Myanmar ve Tekinsizlik

Geçtiğimiz ay bir araştırma projesi için Myanmar’daydım. Yangon’da başlayan maceram, Myaing, Pukkaku şehirleriyle devam etti. Bu benim hayatıma yön veren ve iz bırakan bir gezi oldu. Öncelikle oradaki yerli halkın yaşamı, emperyalizme direnişi, gelişmeye zorlanışları ama gelişmezlerse de çekecekleri sıkıntılar beni derinden etkiledi. Dünyadaki değişime, küreselleşmeye de bir şekilde ayak uydurmaları bekleniyor ancak bunun bedelini de ağır ödüyorlar. Ödetiyoruz. Bu gezide, küreselleşme, kalkınma, yardım fonları, millet, kültüre sahip çıkma, asimilasyon gibi TR’nin gündemini çok sık meşgul eden kavramlara başka açıdan, başka ülkelerin gözünden de bakabilme fırsatı yakalamış oldum.

Gitmek için önce Avustralya’da Tifo ve Hepatit A-B aşılarımı yaptılar ayrıca Malaria (sıtma) tabletleri verdiler. Bu tabletleri oradaki gezim sırasında tropik iklimde sivrisinek ısırmalarına karşı her gün aldım. Ancak bir tane bile sinek ısırmadı 🙂

Türkiye online vize listesinde olmasına rağmen, şu anda orada hüküm süren Rohingya müslümanlarının etnik temizliğine karşı gelmesi sebebiyle TR pasaportuyla yapılan vize başvuruları reddediliyor. O nedenle benim grup çalışma arkadaşlarımdan farklı olarak büyükelçiliğine bireysel vize başvurusunda bulunamam gerekti. Bunun için Melbourne’den Canberra’ya gittim ve vizemi aldım. Canberra’dan uçakla Singapur, oradan da Yangon’a geçtim.

George Orwell’in Burma Günleri kitabını okuduğumdan beri Myanmar (eski adıyla Burma, 1989’da ismi Askeri Rejim tarafından Myanmar’a çevrildi) ilgimi çeken bir ülke oldu. Orwell’in izinden gidiyor olduğumu düşünmek beni azıcık gururlandırır. Aslında salt Myanmar değil, koloni zihniyeti,  koloni olmayı reddedip bağımsızlaşmış ülkelerin başına gelenlerle ilgiliydi merakım. Daha da çok toplum mühendisliğinin nasıl yapıldığını gözlemlemek istiyordum. Eğitimin, dilin yardım etmek, reform adıyla yozlaştırılması, içinin boşaltılması, politik çıkarlar uğruna insanların günlük yaşamlarının zindan edilişi, bunun bireyler üzerindeki etkileri.

Ancak bu gezimi Avustralya’dan donor ülkeden yaptığım için (yani soğuk savaş sonrası insani yardım adı altında gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri denkleştirme boşluk kapatma adına yardım  eden büyük ülkelerden biri) ilk defa terazinin diğer tarafındaydım. Yardım edilen değil eden ülkeden bir bireydim. Neymiş bu yardımların iç yüzü, daha bir net görmüş oldum. Aslında gördüğüm daha da çok onlar nasıl gelişmiş de biz TR’de gelişememişiz oldu. Ama bunlar insanın gözüne sokulmuyor tabii ki. Görünüşte bakınca yardım ediyor ama çıkar ilişkisi olduğu için.

Böyle durumlarla kişisel yaşantımızda da karşılaşıyoruz, yani dışarıdan bakınca yardımsever, iyilik meleği, herkesin mutluluğunu isteyen bir insan, kapılarınıza yemek getirir ama alta yatan niyet kontrol, yönetme, ayağını kaydırma, kendi çıkarı için kullanma (sizden zaman, sevgi, ilgi, gövde gösterisi yapmak istediğinde orada, onun tarafında ve onun için hazır bulunmanız mesela). Öyle de güzel, süslü püslü ustruplu sunar ki, siz bunu sezersiniz ama kimseye anlatamazsınız derdinizi  zira etraf da onun yardım ettiğini ve sizin onun ne harika insan olduğunu anlamadığınızı, hak yediğinizi düşünmektedir. İşte bu konuda yalnız değilsiniz. Bilimsel araştırmaları da var. Bollas,C (1987) The Shadow of the object The pyschoanalysis of the unthought known. New York: Columbia Uni Press yayınında bu sezip de ispatlayamadığımız durumdan bahsetmekte.

Dönüşümde gece gündüz bu tekinsizlik konusunu araştırmakla geçti. Hem şu uluslararası insani yardımların gerçek yüzü hem de bunun kişisel arası ilişkiler düzeyinde dışavurumu. İki farklı konu ancak dinamikleri çok benziyor.

Üzerinden daha fazla geçmeden hem resimleri hem de notlarımı toparlayıp yeni bir blog  yazısında yazacağım.