Australya İngilizcesi Sesleri

İngilizce konuşulan ülkelerde kaldığınızda kulağınız bir süre sonra ülkenin dilinin seslerine alışıyor ve dinlediğiniz anlama beceriniz de gelişiyor. Avustralya’ya ilk geldiğimizde ben buranın inişli çıkışlı şiirsel ingilizce seslerine (Akdenizli İngilizler gibi düşünebilirsiniz) alışmakta zorlanmış, belki de daha önce İngiltere’de yaşamış olduğumdan dolayı, Avustralyalıların arasında saf ingiliz aksanıyla konuşan bir ingiliz göçmeninin konuşmasını duyunca, sevinir olmuştum. Biraz daha konuş, kulağım bayram etsin, diye takıldığım oluyordu. Zaman içinde, burada yaşayıp hayatı sevdikçe, bu sefer kulağım Avustralya ingilizcesi seslerine alıştı. Buranın Take it Easy, mate tarzı şort, parmak arası terlik stiline çok uygun bir uyarlamadan geçmiş ingilizceleri.

Çok ilginç, geçenlerde ingiliz aksanı duyup yadırgadım, sanırım artık Avustralya ingilizcesi duymaktan daha çok zevk alıyorum. Yerli yersiz kısaltmaları anlamlarını çözmek, ülkeye has deyimleri duyup düşünce şekillerini çıkarmak, cümle içinde soru sormazken bile seslerini sorar gibi tizleştirmeleri hoşuma gidiyor. Bunu virgül niyetine yapıyorlar, yani cümleyi tizleştirdiklerinde, dediklerimi anlıyor musun, bana onay ver, beklentisi oluyor. İlk başta acaba soru mu soruyor diyordum, hayır, anlaşıldığının onayını bekliyor ama soru işareti kullanmadan. Evet anlıyorum, sen devam et gibi, başını sallamak, hı hı anlamına gelen yeaah yeaah demek gerekiyor.

Örneğin, Türk olarak okursak, Today I went to the market to buy fish? Avustralyalı’nın beklentisi, Balık almaya gittiğimi anladıysan, söyleceklerime devam edeceğim. Yeaaah. (Anladım, devam et)

Bunun bir diğer versiyonu, Avustralyalılaşmış bir Türk’le Türkçe konuşmaya çalışmak. Türkçe bir şey anlatıyorsunuz ve durup dururken, olmayacak yerde, seni anladım manasına gelen, Yeaa sesini çıkartıyor. Bu ses Türkçede hiçbir manaya gelmediğinden,ilk başlarda niye yeeee (yemeğini ye, der gibi) diyor diye yadırgıyordum. Almancı Türklerin Türkiye tatillerinde akrabalarına sürekli Jaaa jaaa demeleri gibi, komik geliyordu. Artık dört senenin sonunda ona da alıştım. Türklerin olur olmadık, yeee’lemelerine, Avustralyalıların düz cümlede soru işareti kullanmalarına ve u know what I meeeeaaan??? diye anlamsız onay arayışlarına, alıştım.

İnsan isteyince nelere alışıyor şu dünyada…

Tadilat

Uzun zamandır evimizde tadilat yapmak istiyorduk. Salonda bazı duvarları yıkmak, pencereleri değiştirmek, eski ev sahibinden kalan banyo tuvaleti ve fayansları yenilemek gibi işler. Bu senenin başında kolları sıvadık. Yıkım olunca belediyeden izin almak gerekiyor, sırf bu bürokratik kısım dört ay sürdü. Ayrıca aşağıdaki rollerdeki kişileri organize etmek, hepsini aşağıdaki sırada ortak projede ve zamanda birleştirmek gerekti:

  1. Builder (inşaat işinden anlayan usta), kırıp dökme işlemlerini yapacak, yeni küveti vs takacak
  2. Alçıpancı (Plasterboard), bizim usta bu işi de halletti.
  3. Plumber, muslukçu, boruların yerini değiştirecek
  4. Elektrikçi, duvarlar kırıldığında sarkan kabloları toparlayaca diğer elektrik işlerini halledecek
  5. Tiler, Fayansçı
  6. Pencereci

Ayrıca bahçede bazı değişiklikler için fence, çit işlerinden anlayan ustayı buldum. Özellikle ev işlerinde mahalle civarında çalışan ve küçük iş yapmaktan gocunmayan ustaları bulmanızı tavsiye ederim. Bunun için yerel gazete ilanları veya çevreye haber salmak işe yarıyor.

Şansımıza bizim builder çok iyi ve deneyimli çıktı. İki haftadır evimizi ve içinde çalışanları çekip çeviriyor bize pek iş düşmüyor.

Ayrıca insan ilişkileri de çok iyi. Komşularla, bizle herkesle hoş sohbet, her konudan muhabbet edebiliyor. Çalışırken 80-90’ların rock müziklerini dinlemeyi seviyor ki bizim de hoşumuza gidiyor. Bu sabah Prince Purple Rain söylüyordu, ben de kasedi teybe koydum,  şaka şaka, 80’li yıllara selam olsun diye öyle yazdım, tabii ki bu devirde kaset çalar mı kaldı, telefonu hoperlöre bluetooth’tan bağlayıp mırıldandığı şarkıyı çaldım. Bir anda evdeki diğer bütün işçiler “singalong” yapmaya başladı yani hep bir ağızdan söylemeye. Türkiye’de evde böyle tadilat sırasında duvar ustalarından Doğu, güneydoğu aksanıyla türküler dinlemeye alışık bünyem bir anda neye uğradığını şaşırdı. Adamlar nasıl sevinçli, neşe dolu, zevkle çalışmaya başladı görülmeye değerdi.

Bir de kendilerini işe kaptırınca aralarında Avustralya ağzıyla muhabbete başlıyorlar ki asıl bu kısım hayatımda duymadığım kıvrak zeka şakalarıyla, birbirlerine takılamalarla ayrı bir inceleme konusu oldu benim için.

Türkiye’deki gibi ustalara lahmacun söylemece yok, evde verilen yemeklerden yemezler. Kendileri yanlarında getirirler, sizi rahatsız etmeden dışarıda yer, işlerine devam ederler. Çok medeni, profesyonel ve temiz iş çıkarttılar. Ayrıca farkettik ki, buraya gelen bir kalifiye göçmenden daha güzel hayat anlayışları, yaşamdan keyif alışları var.

Ayaküstü sohbetlerimizde çok enetersan ilgi alanları ve geçmişleri olduğunu farkettik. Örneğin biri, dışarıdan bakınca gözlüklü, yaşını başını almış, hatta hafif dindar görünümlü kendi halinde bir adam, eskiden uzun saçlı, sahnelerin rock’çısıymış. Meğer o yüzden 80’lerin rock şarkılarını çalınca söylemeyi seviyor, etrafındakiler de bildiğinden yüksek sesle ona eşlik ediyormuş. Ayrıca adını sanını duymadığımız bir sürü Avustralya’lı grubu öğrendik sayelerinde. Diğeri senenin üç ayını Avrupa’yı gezerek geçiriyormuş. (Büyük şirketlerde köle modunda çalışmamanın ve harcayacak yeterli parayı kazandıktan sonra zamanını kendi yönetip gezerek harcayacak olmanın, kendini geliştirmenin, kültürlere etrafını tüketmeden entegre olmanın keyfi başka oluyor) Bunun dışında bizim mahallenin Çitçisi de emlak al satla ilgileniyormuş ve mahalledeki emlak piyasasını, evlerin durumunu çok iyi biliyor, şaştık kaldık. Hepsinin iş dışında uğraştıkları hobileri ve eyaletin çeşitli yerlerinde, genelde kış sporları ya da doğa atraksiyonları yapılan turistik bölgelerde kiraya verdikleri evleri var.

İki haftadır matkap, balyoz, elektirikli testere sesleri, kırıp dökmeden çıkan pislik, toz ve harfiyat komşuları rahatsız ettiğinden, bizim builder Angelo, tuğlacısını arayıp karşı komşunun klima çıktıktan sonra oluşan boşluğu kapatarak duvarı öreceğini, kırık tuğlalarını düzelteceğini söyledi, “Sizin de görüntünüz düzelir,” dedi. Hem bizim hem komşu için yapacağı bu jesti düşünmesi bile çok hoşumuza gitti, zira burada her şey para karşılığı yapılıyor.

Angelo’nun evinde Almanya’da tanıştığı bir ailenin 19 yaşındaki kızı kalıyormuş, sabah yorgun görünüyordu, neden diye sordum, Akşam uyuyamadım, dedi, bizim çatıyı mı düşündün bütün gece, diye takıldım, Yok, kız hiç iş yapmıyor, yiyor, içiyor, oturuyor, bir yeri gidip keşfetmiyor, tek başına gitmeyi sevmiyorum, diyor, evde de hizmet bekliyor, hiçbir işe yardım etmiyor, dedi. Güldüm. Ne kadar evrensel duygular. Burada da ilk geldiğimde bizim gibi yeni gelmiş bir tanıdık evinden çıkıp da hiçbir yeri keşfetmeye cesaret edemiyor, oturduğu yerde, etrafına, ona değer veren yakınlarına sardırıp, arkadan konuşarak hem kendi hem de konuştuğu kişinin vaktini öldürüyordu. Halbuki çıkıp gezse, hem yeni insanlar tanıyacak hem de ruhuna daha iyi gelecekti.

Bir başka kırklarına yaklaşmış tanıdık da Türkiye’deyken bizde kalmaya geldiğinde, içtiği kahve bardağını, yediği içtiği tabakları makinaya bile koymaya tenezzül etmeden ortada bırakıyor, çocuklar için pişirdiğim elmalı çörekleri şımarıkça ve düşüncesizce, hepsini kendi yemek suretiyle tüketiyordu ve  bunu söylerken suratına kondurduğu gülüş onu hiç de  sandığı gibi şirin yapmıyordu.

Şimdi Angelo’ya geri dönelim. Kahve alırken, önce izin alır, kahvesini içer, bitince bardağını yıkar ve tezgahın üzerine ters çevirir. Disiplinli çalışır, saygılı, düşünceli. Bu adamlar nasıl böyle oluyorlar? Hem hayatın tadını çıkarabilen, hem kibar, hoşsohbet, eğlenceli, görünümlerine dikkat eden insanlar olarak nasıl çıkıyorlar bu ülkede? Sabah yedi buçukta gelirim diyor ve gerçekten yedi buçukta burada. Dört buçukta topluyor pılını pırtısını Gym’e spora gidiyor.

İç disiplin geliştirme konusunda hem ailesinin hem de aldıkları eğitimin önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak işini iyi yapan, sertifikalı işçilerle çalışmak bizim de ufkumuzu farklı açılardan bayağı açtı, yeni mekanlar, yerler, iş bitirme metodları öğrendik, fikirlerini aldık, kendimizi anlattık. Bundan sonra da işimiz düşerse birlikte çalışabileceğimiz yerli insanlar tanımış olmak bizi rahatlattı.

 

 

 

 

 

Myanmar ve Tekinsizlik

Geçtiğimiz ay bir araştırma projesi için Myanmar’daydım. Yangon’da başlayan maceram, Myaing, Pukkaku şehirleriyle devam etti. Bu benim hayatıma yön veren ve iz bırakan bir gezi oldu. Öncelikle oradaki yerli halkın yaşamı, emperyalizme direnişi, gelişmeye zorlanışları ama gelişmezlerse de çekecekleri sıkıntılar beni derinden etkiledi. Dünyadaki değişime, küreselleşmeye de bir şekilde ayak uydurmaları bekleniyor ancak bunun bedelini de ağır ödüyorlar. Ödetiyoruz. Bu gezide, küreselleşme, kalkınma, yardım fonları, millet, kültüre sahip çıkma, asimilasyon gibi TR’nin gündemini çok sık meşgul eden kavramlara başka açıdan, başka ülkelerin gözünden de bakabilme fırsatı yakalamış oldum.

Gitmek için önce Avustralya’da Tifo ve Hepatit A-B aşılarımı yaptılar ayrıca Malaria (sıtma) tabletleri verdiler. Bu tabletleri oradaki gezim sırasında tropik iklimde sivrisinek ısırmalarına karşı her gün aldım. Ancak bir tane bile sinek ısırmadı 🙂

Türkiye online vize listesinde olmasına rağmen, şu anda orada hüküm süren Rohingya müslümanlarının etnik temizliğine karşı gelmesi sebebiyle TR pasaportuyla yapılan vize başvuruları reddediliyor. O nedenle benim grup çalışma arkadaşlarımdan farklı olarak büyükelçiliğine bireysel vize başvurusunda bulunamam gerekti. Bunun için Melbourne’den Canberra’ya gittim ve vizemi aldım. Canberra’dan uçakla Singapur, oradan da Yangon’a geçtim.

George Orwell’in Burma Günleri kitabını okuduğumdan beri Myanmar (eski adıyla Burma, 1989’da ismi Askeri Rejim tarafından Myanmar’a çevrildi) ilgimi çeken bir ülke oldu. Orwell’in izinden gidiyor olduğumu düşünmek beni azıcık gururlandırır. Aslında salt Myanmar değil, koloni zihniyeti,  koloni olmayı reddedip bağımsızlaşmış ülkelerin başına gelenlerle ilgiliydi merakım. Daha da çok toplum mühendisliğinin nasıl yapıldığını gözlemlemek istiyordum. Eğitimin, dilin yardım etmek, reform adıyla yozlaştırılması, içinin boşaltılması, politik çıkarlar uğruna insanların günlük yaşamlarının zindan edilişi, bunun bireyler üzerindeki etkileri.

Ancak bu gezimi Avustralya’dan donor ülkeden yaptığım için (yani soğuk savaş sonrası insani yardım adı altında gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri denkleştirme boşluk kapatma adına yardım  eden büyük ülkelerden biri) ilk defa terazinin diğer tarafındaydım. Yardım edilen değil eden ülkeden bir bireydim. Neymiş bu yardımların iç yüzü, daha bir net görmüş oldum. Aslında gördüğüm daha da çok onlar nasıl gelişmiş de biz TR’de gelişememişiz oldu. Ama bunlar insanın gözüne sokulmuyor tabii ki. Görünüşte bakınca yardım ediyor ama çıkar ilişkisi olduğu için.

Böyle durumlarla kişisel yaşantımızda da karşılaşıyoruz, yani dışarıdan bakınca yardımsever, iyilik meleği, herkesin mutluluğunu isteyen bir insan, kapılarınıza yemek getirir ama alta yatan niyet kontrol, yönetme, ayağını kaydırma, kendi çıkarı için kullanma (sizden zaman, sevgi, ilgi, gövde gösterisi yapmak istediğinde orada, onun tarafında ve onun için hazır bulunmanız mesela). Öyle de güzel, süslü püslü ustruplu sunar ki, siz bunu sezersiniz ama kimseye anlatamazsınız derdinizi  zira etraf da onun yardım ettiğini ve sizin onun ne harika insan olduğunu anlamadığınızı, hak yediğinizi düşünmektedir. İşte bu konuda yalnız değilsiniz. Bilimsel araştırmaları da var. Bollas,C (1987) The Shadow of the object The pyschoanalysis of the unthought known. New York: Columbia Uni Press yayınında bu sezip de ispatlayamadığımız durumdan bahsetmekte.

Dönüşümde gece gündüz bu tekinsizlik konusunu araştırmakla geçti. Hem şu uluslararası insani yardımların gerçek yüzü hem de bunun kişisel arası ilişkiler düzeyinde dışavurumu. İki farklı konu ancak dinamikleri çok benziyor.

Üzerinden daha fazla geçmeden hem resimleri hem de notlarımı toparlayıp yeni bir blog  yazısında yazacağım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Jetlag’le Başetme

Melbourne’den İstanbul’a gittiğimizde ilk günler sabah erken saatlerde kendiliğimizden uyandık fakat ilerleyen günlerde bünyemiz daha geç saatlere kadar uyuma ihtiyacı duydu.

Asıl olay dönüşte başlıyor. Dünyanın batısından güney doğusuna gelince jet lag’i atlatmak zor oluyor.

Gündüzleri saat dört gibi uyku bastırıyor ve bünyemiz gece uykusuna geçer gibi ağırlaşıyor, göz kapaklarımız kapanıyor, konsnatrasyon gidiyor. Bu böyle üç dört gün sürüyor. Üstelik buranın gündüzü gecesine göre yaşamak için kendimizi zorluyoruz da ama eğer akşamüstü yenik düşer de uyursam gece ikide uykum bitmiş gözlerim tavana dikik buluyorum kendimi.

Duyduğuma göre buradaki Chemist Warehouse’larda melatonin hapları satılıyormuş, uyku için salgılanan melatonin hormonu. Homeopatic olanı Bioglan Melotanin Tablets. Ben kullanmadım. Düzenli kullandığınız başka ilaçlar varsa bu hap etkileşime geçebilir, doktora sormakta fayda var. Advil PM içmek de öneriliyor.

Uçakta bol bol su içmek ve yağlı yemekler yememek gerekiyor. Özellikle çocuklarla seyahat ediyorsanız yanınızda meyve kuruyemi götürmek iyi oluyor.

Uçağın havası çok kuru olduğu için yüzünüzü kısa aralıklarla yıkayıp nemlendirici sürmek, özellikle de burnunuzun kenarlarına uygulamak ve burnu nemli tutmak iyi geliyor.

 

 

Selamlaşma

Uyum sağlamanın birincil şartı karşılaştırmayı kafada bırakmak. Ben de uzun zamandır hangi toplumda nasıl davranılıyordu düşünmek yerine dikkatimi şu anda içinde yaşadığım toplumu anlamaya ve gözlemlemeye vermiştim. Şimdi uzun aradan sonra iki topluma karşı (Türk ve Avustralya) tarafsız bakışımı paylaşmak isterim.

Burada sokakta çocuklarla selamlaşıyorlar. Bunu İstanbul sokaklarından çok nadir görürsünüz. Selamlaşma yetişkinler arasında yaşanılan bir alışveriş gibidir. Burada ise yetişkinle söze başlamadan önce çocukla sohbet başlıyor.

Türkiye’de hatırlıyorum kadınlar kadınlarla, erkekler erkeklerle oturur, haremlik selamlık gibi. Türk toplumunda kadınla erkeğin birbirini dışlaması doğal karşılanır. Bunu gittiğim misafir evlerinde de gözlemliyorum. Kocalar ayrı, kadınlar ayrı gruplaşıyor hemen.

Diğer dikkatimi çeken konu ise herkesin müslüman olduğu varsayımı. Burada herkesi kendi dininden zannetme ve ona uygun davranma beklentisi yok. Yani din insan iletişimin ortasına yer almıyor. Yolda, Selamünaleyküm, diye sadece yanındaki babanı, kocanı selamlayan ve kadına, çocuğa ikincil önemli varlıklar gibi yaklaşan, tokalaşmayan adamlar yok.

Selamlaşan sadece selamlaşıyor. Karşı tarafa dini veya cinsiyetle ilgili bir mesaj göndermiyor.

Geçen gün ben de sahilde etrafta koşanların arasında yürüyüşümü yapıyor ve kafamda bir sorunu halletmeye çalışıyordum. Karşıdan da bana doğru koşan bir adamı hayal meyal gördüm ama düşüncelerime o kadar dalmışım ki sanırım ona bakmadan yüzümü çevirdim. O da durup, ”Bugün güzel bir gün, gülümse, değmez!” dedi. Anında hem düşüncelerim dağıldı hem de yüzüme bulaşıcı bir gülümseme hali geldi.

Aslına kafamı taktığım insanlara verdiğim enerjinin birazını da böyle etrafımda gördüğüm uygar insanları farketmeye versem daha iyi olmaz mı?

Türkiye’den buraya gelenlerin ilk fark ettikleri şey, burada hekes birbirine saygılı oluşu. Nasıl bir ortamdan gelindiğini siz hayal edin. Hakkımız olan saygıyı yıllarca görmeyişimizin bilmediğimiz bir sokakta içimize bir ukte gibi oturuşunun ağırlığı bu aynı zamanda. Böylece yeni gelenlerin kendi içlerinde de değişim başlıyor (diye umuyorum) Yani saygı alınca onu hatırlamak. Ve geri vermek. Bunu insanların biribirinin farkına varamadığı ve sağlıklı iletişim ortamının olmadığı bir toplumdan gelen birey olarak değiştirmek büyük çaba istiyor.

Yani sokakta gördüğü birine, ”Merhaba”, ”Nasılsınız”, ”Günaydın”, ”İyi Akşamlar” demek.  Beklentisiz ve mesajsız.

”Benden bir şey mi istiyor?” diye bir düşünce aklına gelmeden bunu karşıdan almak ve iade etmek. Basit ama bir o kadar da zor, Türkiye’den gelen için.

Birlikte dışarı çıktığım hiçbir Türk expat’ın (bunun alınan eğitim seviyesinden bağımsız kültürel kodla ilintili olduğunu vurgulamak için expat yazdım) bunu yaptığını görmedim henüz. Yani etrafındaki tanımadık insanları etnik kökeni ne olursa olsun farkettiğini ve selam verdiğini.

 

 

 

 

 

 

Avustralya Milli Karate Takımında Türk Çocuk

“10 yaşındaki Kayhan Bahtiyar Avustralya Karate Milli Takımı elemelerinde altın madalya kazandı. Önümüzdeki yıl turnuvalarda Avustralya’yı temsil edecek olan Kayhan’ın babası ve aynı zamanda  antrenörlerinden biri olan Doğan Bahtiyar ile yaptığımız söyleşi.”

http://www.sbs.com.au/yourlanguage/turkish/tr/content/kayhan-bahtiyar-national-karate-team?language=tr